Üzüntü nedir? Arapça karşılığı hüzn (الحزن) kelimesidir. Hüzün ise istenmeyen bir durumun başa gelmesinden veya geçmişteki bir kayıptan duyulan keder şeklinde tanımlanır.
Râgıb el-İsfahânî hüznü “kederden hâsıl olan iç sıkıntısı” şeklinde tanımladıktan sonra bu sıkıntının iradî olmadığını, bu sebeple Kur’an’da geçen “üzülme” veya “üzülmeyiniz” gibi ifadelerin gerçekte hüzünlenmeyi değil, bu duyguya götüren davranışlardan sakınmayı öğütlediğini belirtir. (TDV İslam Ansiklopedisi, Mustafa Çağırıcı, Hüzün, c. 19, s.73)
Peki bizi bu duyguya yani hüzne götüren davranışlar nelerdir diye düşünelim... İslam filozoflarından Kindî bizlere Üzüntüden Kurtulma Yolları adlı eserinde, üzüntü bizim yaptığımız bir işten dolayı meydana geliyorsa bu işi bırakmamız gerektiğini söylüyor. Bir işi yapıp yapmamak bizim elimizde olduğu hâlde ısrarla yapıyorsak, aslında onu yapmak istiyoruzdur. Ve sonunda yaşadığımız durumun sorumlusu oluyoruz. O hâlde doğrudan üzüntünün sebebi biz oluyoruz ve belki de farkında olmadan bir çelişkiye düşüyoruz. Peki bu çelişkiden nasıl kurtulabiliriz? İlk önce bizi üzen nedir bunu iyi kavramalıyız. Temel sebebin ne olduğunu bulduktan sonra bu problemle nasıl başa çıkabileceğimizi bulmalı ve gerekirse alternatif yollar üretmeliyiz.
Ve Kindî'nin bu kitabını okurken en dikkatimi çeken yöntemi sizlerle paylaşmak istiyorum. “Başkalarının uğradığı üzüntüleri düşünmek” bu maddeyle ilgili şunu anlatıyor: İskender, kendisi ölünce annesi ardından üzülmesin diye annesinden ömründe herhangi bir musibete uğramamış olanların yiyip içip eğlenecekleri bir davet düzenlemesini istiyor. Annesi de bu istek üzerine oğlu vefat ettiğinde hiç musibete uğramayanlar için bir davet düzenliyor ve bu davete kimse katılmıyor. Bunun üzerine kadın şöyle diyor: "Anladım ki ilk musibete uğrayan ben değilmişim, musibet sadece tek kişinin başına gelen bir olay değilmiş.” İşte gördüğümüz gibi bir imtihan dünyasındayız ve hepimiz farklı imtihanlardan geçiyoruz. Ayet-i kerîmede geçtiği üzere kimi malıyla, kimi canıyla yahut hastalıklarla sınanıyor. (Bakara/155) Kimi de ana-babasıyla ya da evlatlarıyla...
Burada hemen Resulullah’ın (sav) hadis-i şerifi düşüyor aklıma. “Sizden biriniz mal ve yaratılış itibariyle kendisinden üstün olan kimseye bakarsa, ardından kendinden daha düşük derecede olana baksın.” (Buhârî, Rikak, 30.) Zaman zaman muhakkak kendimizden daha iyi hayat şartlarına sahip birilerini görüyor ve istemeden de olsa özeniyor olabiliriz. İnsanın tabiatında her nefsânî duygu gibi bu duygu vardır, mühim olan bunu kontrol edebilmektir. O zaman işte hemen bu hadisi aklımıza getirmeli ve kendimizden daha kötü durumda olanları düşünmeliyiz. Dünyanın dört bir yanında zulme uğrayanları, açlık-susuzluk çeken insanları, belki çaresi olmayan hastalıklarla imtihan olanları yahut öksüz ve yetimleri ve daha aklımıza bile gelmeyenleri... Velhasılı kelam “Hep nefs çıkar karşıma, Ölüp ölüp dirilsem, İnsandan kaçmak kolay, Kendimden kaçabilsem!” diyor üstâd Necip Fazıl.. Her şeyden kaçabiliriz ama kendimizden, üzüntülerimizden Allah'a sığınmadıkça kaçamayız sevgili okur.